8 Haziran 2015 Pazartesi

Ankara'dan Sufizm’in Kutsal Tasviri Konya Şehri'ne Doğru...


 Ankara’yı arkanızda bırakıp Konya’ya doğru yola çıkarsınız. Gri renkli gök kubbenin altındaki hava biraz kasvetlidir. Şehre giden upuzun asfalt yolun  her iki yanında altın sarısı renginde bozkır uzanır. Yüzyıllar önce Şems’in bu şehre gelirken yürüdüğü yolda aşka dair çarpar yüreğiniz. Kulağınızda çok eski zamanların aşkını notalayan bir neyin sesi çalar...
 

            Bir şehrin tarihini okumakla o şehrin tarihini yaşamak arasında büyük vardır. Şehir mimarisiyle, sokaklarıyla, pazarlarıyla, parkları ve insanıyla kendisine dair ne varsa aktarır. Konya ise yüzyıllar önce sınırları içinde yaşanmış eşsiz bir aşkı, onu arama sevdasına başını koymuş bir dervişi ve o dervişi güneş gibi muhayyilesine doğuran Rumi’yi bize anlatır. İçinde Sufizm’in döngüsünü, Şems’in neyini, Rumi’nin şiirlerini duyabileceğiniz Konya şehrinin tarihinden kısaca bahsedersek;  Konya şehrinin adının Kutsal Tasvir anlamındaki "İkon" sözcüğüne bağlı olduğu rivayet edilir. Mitolojide de geçen bu rivayetlerden birine göre kente bir ejderha musallat olur.  Ejderhayı öldüren kişiye şükran ifadesi olarak bir anıt yapılır ve üzerine de bu olayı anlatan bir hiyeroglif çizilir. İkonion olarak adlandırılan bu anıtın ismi zamanla İcconium'a dönüşür. Roma döneminde ise İmparator adlarıyla özdeşleşerek, Claudiconium, Colonia Selie, Augusta İconium gibi yeni adlar alır. Bizans kaynaklarında Tokonion olarak geçen Konya şehrine ve bölgesine verilen diğer isimler Ycconium, Conium, Stancona, Conia, Cogne, Cogna, Konien ve Konia şeklindedir. Bölgeye gelen Araplar kentin ismini Kuniya olarak değiştirirler. Selçuklu ve Osmanlı döneminde ise şehrin adı Konya olur.
    

       
Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Konya’da yerleşimin Prehistorik çağlarda başladığı görülür. Konya'nın merkezinde yer alan ve aynı zamanda bir höyük olan Selçuklu Devleti hükümdarı II. Alaeddin Keykubat’a ithafen adı verilen Alâeddin Tepesi ve çevresinde yapılan araştırmalar sonucu, prehistorik çağ içinde hem Neolitik ve Kalkolitik hem de Erken Bronz Çağlarına ait kültürel bulgulara rastlanmıştır. İlkçağ’da ise Hititler Anadolu topraklarında büyük bir imparatorluk kurar ve Konya’ya hakim olur. Hititlerin hakimiyetinden sonra Konya şehri Friglerin egemenliği altında Kavania olarak anılır ve sonrasında Lidyalılar, Persler ve Büyük İskender’in istilalarına uğrar. Bu akınlardan sonra Anadolu, Roma İmparatorluğunun hakimiyeti altına girer ve Konya şehri İconium olarak isim değiştirir. İslamiyet’in doğuşu ve yayılmasıyla birlikte faaliyet gösteren İslam Devleti Anadolu’ya harekatlar düzenler ve Konya şehrine de akın eder. Anadolu ve Konya çevresinde ilk İslami oluşumlar da bu akınlar sonucu ortaya çıkar. 1076 yılında Konya şehri Süleyman Şah tarafından Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti ilan edilir ve 1277 yılına kadar bu statüsünü korur. Alaeddin Keykubad döneminde ise Konya Anadolu’nun en büyük ve en görkemli kenti haline gelir. Selçuklu Devleti’nin yıkılışından sonra Karamanoğulları Beyliği’nin hakimiyeti altına giren Konya, 1467 yılında Osmanlı Devleti’nin kalıcı egemenliğine girer. Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra ise günümüzde gerek kültürel mirası ve gerekse tarihsel ünüyle İç Anadolu’nun en büyük ve en önemli  kenti olarak varlığını sürdürmektedir.

Konya şehrinin asıl ünü dönemin uygarlıklarınca istilalara uğramasının yanı sıra Mevlana’yla birlikte gelir. Birçok popüler kitaba konu olan Konya şehrinin, Rumi ve Şems’in aşkı ile anlatılması bir yana bir de kenti bu eşsiz aşkın veçhesiyle yaşamak, kadrajınıza şehrin kültürel dokusunu ve usta mimarisini almak bir gezginin paha biçilmez bir deneyimidir. Geçmişin ve şimdiki zamanın harmanlandığı Konya şehrinin gül şerbeti, lezzetli etli ekmeği ve seramik semazen ikonları ise şehre özgüdür.


Modern zamanda şehirlere dair deneyimleyeceklerimiz tarih kitapları, şehir haritaları, değişik tatlar ve seramiklerle sınırlı değil elbet. Ötesi de var. Yüreğimiz gül bahçelerine, yeşil ormanlara, eşsiz mimarilere, sanata ve evrensel aşka doğru yön aldığı müddetçe şehirleri kendi müdrikemize göre şekillendirerek orada zamana karşı direnen edebi meali duygu gözüyle görebiliriz. Duygu gözü ki, evren tarafından bize bahşedilen en eşsiz görselliği sunar, şehirleri, ormanları, sanatı ve insanları sevginin çeşitli rengiyle görürüz. Tıpkı Rumi’nin Şems’in gözüyle dünyayı gördüğü gibi...






            



  







13 Temmuz 2014 Pazar

Goya'nın Hayaletleri, Adolesan Sanrılar ve Olric'in Buzlu Rakısı

İçimden neler yazmak geliyor...

Sabahın yine en kör vaktinde, genelde insan olarak tasvir edilen yaratığın sükunet içinde kafasını yastığa rahatça koyup, bonsai ağaçlarının arasında bilinçaltını gezdirdiği ve melatoninden uyuşmuş beyniyle sızdığı bu vakitte potansiyel bir insomnia hastası olma yolunda ilerleyen ben, kim bilir kaçıncı sigaramı yaktım, geçtim yazının başına...

İçimden kelimeler kusmak geliyor...

Zamanında yuttuğum fazla harf, içtiğim çok sözcük, ısıtıp tekrar yediğim çok cümle var. Hazımsızlık çekiyorum adeta.

Hayalperestler ordusunun içinde, ne boka yaracağımı veyahut yaşadığım bu toprak parçasının hangi arazisinde yetişen ekini ekmek olarak yiyeceğimi bilmiyorum.

Kısacası bu yerde, bu  diyarda ekmeğimi nasıl kazanacağıma dair en ufak bir umut fidanı ekemiyorum içime ki büyüsün yeşersin, ağzımdan dalları, burnumdan yaprakları, kulaklarımdan da meyveleri çıkagelsin. 

Benim ekmeğimin kırıntılarını Yaşar Kemal'in Kırmızı Karıncası sırtında taşır mı bir gün?

Sanmıyorum!

Felsefeyle uğraşacak halim kalmadı,beynimin uyluğu kırıldı alçıya alındı. Mottolarla da yaşayamıyorum artık, her zerreme kadar nihilizmin balçığına bulandım sanki, bulandığım şeyden kurtulmaya çabalıyorum... Da, tık yok. Çabaladıkça daha çok batıyorum.

Odayı Goya'nın hayaletleri bastı. Fısır fısır konuşuyorlar. Ah işte! Macabre'ye dalmak için süper bir vakit. Nerede benim çizim kutum? Buzdolabının köşesinde kaderine terk edilmiş tam yağlı sütaş yoğurt gibi ekşiyen iç dünyamı dökebileceğim schoellershammer kağıdımı- ecnebicesini yazınca entel görünebilirim bir ihtimal; Türkçesi olan şöhleri tercih etmiyorum çünkü alaturka geliyor-arıyorum. 

Bir ses geliyor arkamdan; “Büyü artık be! Amma ergen edebiyatı yaptın!Ayrıca ne bu yok schoellershammerlar, yok şohbenler, böyle entelektüel sözler, aman efendim macabreler, sepet efendim Goya'lar? Sen ağzına gümüş kaşıkla doğmadın, salonda yanan sobanın yanında lağzımlığına taharetlendiğin günleri bilirim!Şımarık veledin tekiydin! Kimden öğrendin bunları sen ey dümbük?"

Olric oturmuş kanepeme. Çizim kutumun üzerine de ayaklarını uzatmış!  Bir elinde sigarası, öbür elinde rakısı beni azarlıyor. “Hizmet sırası sende” diyor bana. “ Macambre senin neyine be güzelim, e be dünün toyu! Hadi Deniz, Rakı getir Deniz. Salim kafayla çekilmiyor bu acun. Hele ki senin isyankar entelcesi adolesan Türkçesi ergen ruh halinin üstüne bir de  Ankara’nın 35 derecelik gavur sıcağı hiç mi  hiç çekilmiyor! Paşa dedenin yalısı değil o büyüdüğün ev, Seyranbağları'ndaki sobalı apartman dairesi.”

“Sen de mi Olric?” diyorum. İçimiz dışımız modernite olmuş, buna karşı gelmeni yakıştıramadım doğrusu!Quel dommage*(*Tr: Çok yazık demek. Fransızcasını yazayım da modern görünsün)

Sırıtıyor...

Zamanında zatı muhtereme bir soru sormuştum. Onu hatırlıyorum. Zamanının muhteremi! 

“Tanrı var mı?” dedim.
 Var ve sen yanacaksın!" Dedi”" diyorum, Olric sigarayı tuttuğu elini sallayarak; “Benim içim yanıyor, geç bunları!” diye haykırıyor. “Kavun getir, kavunsuz içilmiyor bu meret!”

Odayı tuhaf bir koku sarıyor. Yanık çimen gibi sanki. Tutuşmaya başlayan mangal çırasının dumanından yayılan koku gibi. Belki de hayaletlerin elbiselerinden yayılan küf kokusudur. 

Herkes bir anlam savaşında, herkes akıllı telefonlarda, aman Tanrım! Dostoyevksi, Gonçarov neredesiniz? Ne suni ve sanal bir dünya bak Olric, kemikleri sızlıyor şimdi onların, Van Gogh'nun kesik kulağı sudan çıkmış hamsi gibi debeleniyor yerde! Nasıl da yozlaştık, bireyin yalnızlığı kalabalıklar aras...sss....zzz....hmmmmfff...

...

Ben Olric.

Rakı getirin!


Buzlu olsun.


1 Temmuz 2014 Salı

Olmuşla ölene çare yok... Bense Kırkların Cem'inde dara düş oldum.

Ne ekerse onu biçer insan ya da ekilen biçtirilir zorla, mecbur olarak, cebren.
Hiç unutmam o günü.
Ruhu şad olsun rahmetli dedemin sarf ettiği o sözü.
"Televizyonun içinde diri diri yanıyoruz!"
Ben o zamanlar küçüğüm elbet,
koyulmuş önüme kenarı kırık tabak,
içinde düğürcek aşı sıcak sıcak.

On dört bin yıl gezdik pervanelikte...

Yıl bilmem kaç ya 95 ya 96.
Pervanelikte geçmiş 1993'ün bilmem kaç yıl sonrası.

Sıdkı ismin duydum divanelikte...

Rahmetli dedem, babaannem ben.
Oturmuşuz sofraya yiyoruz yemek. Cızırtılı ekran, tırmalayn ses diyor;
Katliam!
İçtim şerbetini mestanelikte...

Yanan odalar, yanan perdeler yanan hayaller var aklımda.
Geçti üstünden 18 yıl.
Geriye dönüp bakarım, 2 Temmuz'da yanar gün.
Yanar saatler, yanar içim.
Üstüne de soğuk bir su içerim.

Kırkların Cem'inde dara düş oldum.

İnsanoğlu gariptir der dede.
Çalar üstüne sazıyla "gidiyorum gündüz gece..."
Pencerenin önünde kavak ağacı vardır,
oturur yapraklarını izlerim, dallarını rüzgarın dövdüğü güneşin sevdiği...
Içimde har ateş vardır derin.
Hiçbir Deniz'in dindiremediği,direnemediği alevin
Hala koru kaldı kalbimde...
Bitmedi aşk-ı memnu,
kinim denize bense hasretim aleve...

Senin adın Deniz. Senin yüreğinin gözleri mavi der dede.
Çalar üstüne sazıyla " işte gidiyorum çeşm-i siyahım..."
2 Temmuz 1996'daki o masada kaldı ahım.
Aşktan yüreğim yandı, ermişlere düştü aklım.
Kül oldu sazım, toprağa girdi kızıl başım!

Semahların içinde bir sarı gelin,
Sazlarda çalar ruhu Aşık Veysel'in
İnsanoğlu ne mel'emdir,
Kini fazla verir sevgiyi sandıkta bohçalara sıkıştırır.
Temmuz'un güneşi değil Alevi yakar bedenleri
Babaannem semaha durur
Hü der, der ağlar, veryansın eder.
Böyle geçer çocukluğum...

Şu an bende
Kırların Cem'inde dara düş oldum!

Sivas'ta hayatını kaybedenlerin anısına...

17 Haziran 2014 Salı

Sebastian'a Mektuplar-1 "Bana Mutluluğun Resmini Çizebilir misin Sebastian?"

Rakı getir Sebastian... Salim kafayla çekilmiyor bu acun...

Dianne Dengel ne güzel çizmiş mutluluğun resmini. bebeler, nenesi ve dedesiyle musmutlu uyuyorlar.çatı akıyor tırıs gelir, mışıl mışıl bir uyku. benim neredeyse 2 yıldır özlemini çektiğim türden...


Geçenlerde konur sokakta sol kolumun altına sıkıştırdığım bir kitap yığınıyla, sefil ve amaçsız bir vaziyette dolanırken, amaçsızlığımdan ve sefaletimden gına gelmiş olacak ki bir kafeye oturmaya karar verdim. önümden insan sürüsü geçiyor resmen.ellerinde kpss kitaplarıyla hunharca koşan kişiler, okulu kırmış yeni yetme ergenler,ellerinde sigaralarıyla güle oynaya önümden akıp geçiyorlar.

Okulu kırmak bir özgürlüktür Sebastian, kenefte hiihhh annem geldi diyerek ciğerine ateş düşürüp, başına mayhoşluk vurduran yarım sigarayı sokakta özgürce içebilirsin, çünkü seni azarlayan veya seni sigara içerken yakaladıklarında kantinden gelen yanmış yağ kokusunun sindiği müdürün solitarie oynadığı odasına götüren zat-ı muhterem hocaların yoktur. sokakta karşılaşırsan mı? sokak özgürlüktür sebastian.ne olursa olsun sana hiçbir eşrefi mahlukat karışamaz...mı?

Hımm. karışamaz sanıyordum ben de. avanağım be Sebastian.

Sokaktan akan insan selinin orta yerinde, tam sütlü kahvemi dudaklarıma götürdüm ki...tak tak tak. ardı ardına patlayan üç ses. kafamın içinde patlayan şimşekler gibi adeta.tak tak tak-üç kere irkildim. ağzım yandı kahvenin sıcağından. süt de kaymak yapmış, hüpürt diye yuttum.dehşet verici bir andı. insan seli hızlandı, her yeri bastı.bu selin üzerinde bir bulut, gri, zehir gibi...

 hiihhh annem geldi diyerek içime çektim bulutun zehrini. sokakta özgür, amaçsız, sefil ben, liseden kalma kenef anılarımdan birini tekrar yaşadım. sokak kenefe döndü, gazı sigara misali çektim içime. hocalarıma baktım. yoktular. müdürün tost kokulu odası? hayır hayır o da yoktu. sokak hani özgürlüktü?

Sokak okul olmuş Sebastian. ellerinde copları pardon sopalarıyla bir ordu misali rap rap yürüyen hocalar. iyi de hocaların neden kaskları var?

Ankaranın ayazında saat 06.30'da uyanıp, sıcacık yatağından kalkıp, bayat yağ kokan koridorlara girmek nasıl bir histir bilir misin sebastian? ankaranın bok dondurucu soğuğunda, 07.45'ten 08.30'a kadar  okulun bahçesinde tek sıra halinde,müdürün şiirlerini dinleyip, 08.45'te anca sınıfa adım attığında soğuktan donmuş ellerin yanarken, rotring kalemine 07 tombo uç aramak nasıl bir histir bilir misin? çaaat! kapı açılır.içeriye 150 cm boyunda biri girer, beyaz önlüğüne kantin kokusu sinmiştir, sınıfı 1 aydır temizlenmeyen tost makinesinde 2 insan gücünde bir gürbüzün bastığı poğaça kokusu kaplar.miden bulanır sebastian. defalarca yutkunursun. asıl kusma noktasına ise tahtaya şu acımasız hakaret dolu sözler yazılınca gelirsin;

Ders: Matematik
Konu: Trigonometri

oldum olası nefret ederim cebirden. midem bulanır. iki kere iki kaç eder sorusu bana hakaret gibi gelir.aşağılandığımı hissederim.

- söyle bakalım 1233 numara, sinus üzeri kosinus (nasıl yazıldığına dair hala bir fikrim yok) kaçtır? çık tahtaya! çöz!
-...
-evladım cevaplasana soruyu!
-eee üüü hocam eeee hımmm b...be...ben...
-otur! SIFIR!

karnede kocaman, yuvarlak bir sıfır!

Hayata dair bildiğin ne varsa o tahtaya çıktığın anda kocaman bir SIFIR! sıfırsın! hem de en kocamanından! çarpma işleminde yutan eleman, toplama işleminde etkisiz eleman! yani her yönden olumsuzsun!  sınıf sessiz, içinde hezeyanlar mır mır mır mır mırıldanır dururken, kedilerin bir şeyden hoşlandıklarında çıkardıkları sesin aynısını sırana doğru yürürken çıkarırsın!

-otur yerine SIFIR!
-iyi ama ben 1233 değil miydim?
-hiçbir şeysin SIFIR! etkisiz ve yutan eleman!

Dianne Dengel'in tablosundaki bebelerden biri olmayı isterdim. her sabah o sınıfa girdiğimde gözlerimi kapatır, o tablonun içine girdiğimi ve mışıl mışıl uyuduğumu tahayyül ederdim...

...derken gözlerimi açtım. garson sokakta olay çıktığını, çevik kuvvetin gaz attığını ve içeri girmemin iyi olacağını söyledi. tam ayağa kalktım ki bir yerden bir ses geldi.

-otur yerine SIFIR!

26 Şubat 2013 Salı

S.C.U.M MANIFEST AND FEMININE HEGEMONY


"Life" in this "society" being, at best, an utter bore and no aspect of "society" being at all relevant to women, there remains to civic-minded, responsible, thrill-seeking females only to overthrow the government, eliminate the money system, institute complete automation and eliminate the male sex."

Valerie Solanas

The declaration you read above is the opening paragraph of S.C.U.M Manifest which was written in 1967 by Valerie Solanas who was much-debated figure in 1960s. She is the damnedest character in the history of feminism and also best known for her assassination attempt on artist Andy Warhol.First I met with Solanas and S.C.U.M Manifest in university when I was a political science student and  I think she is one of the most interesting woman in the feminist literature. In this article, I want to share some quotations from her polemic manifest and to criticize a world that is completely isolated from men and presumptions of Valerie Solanas about the nature of male sex as she also revealed very intransigently in her most sensational work.

First of all, I want to share some instructions about Valerie Solanas who was the most popular American radical feminist. She was born in April 9, 1936 in New Jersey. She graduated with a degree in psychology from the University of Maryland, College Park. She was sexually abused by his father and after her parents divorced, she began to live with her mother and her step-father. However, she had a problematical relationship with her family and she exhibited hostile behaviors against them. As a result,she was sent to live with her alcoholic grandfather. Yet, Solanas was unrestful again and also she claimed that her grandfather tortured herself and asserted that he tried to have sexual intercourse with her. When she had left home and found herself as a homeless, she was only 15. 2 years after when she was 17, she had a illegitimate child, called David. There is under consideration about the life of Solanas which we have not clear details before the date of 1966, the period when she had travelled the country as a passenger and earned her living as a prostitute.


In 1966, she moved to Greenwich Village, New York and wrote a play that was called "Up Your Ass". Then, she carried off it to artist Andy Warhol for evaluating about the scenario. Regrettably, Warhol lost the script of her scenario and Solanas shot Warhol and Mario Amaya, art critic and curator, at Warhol's popular studio, called Factory. Consequently, this assassination attempt had serious psychological influences on Warhol and also  trauma effects were reflected in his latter works quite a lot. When police interrogated Solanas about the assassination, she claimed that Warhol had much impacts on herself therefore she shot him because of his extensive control on her life. 


Solanas published her SCUM manifesto in 1967, amount to Society Cutting Up Men that an organization had only one member- Valerie herself. Manifesto comprises some statements against men who were all collated with iniquity and repulsiveness that Solanas argued. 

"The male is completely egocentric, trapped inside himself, incapable of empathizing or identifying with others, or love, friendship, affection of tenderness. He is a completely isolated unit, incapable of rapport with anyone. His responses are entirely visceral, not cerebral; his intelligence is a mere tool in the services of his drives and needs; he is incapable of mental passion, mental interaction; he can't relate to anything other than his own physical sensations. He is a half-dead, unresponsive lump, incapable of giving or receiving pleasure or happiness; consequently, he is at best an utter bore, an inoffensive blob, since only those capable of absorption in others can be charming. He is trapped in a twilight zone halfway between humans and apes, and is far worse off than the apes because, unlike the apes, he is capable of a large array of negative feelings -hate, jealousy, contempt, disgust, guilt, shame, doubt - and moreover, he is aware of what he is and what he isn't."

Starting from this, men figurized as  handicapped creatures who are unconscious and unable to express, lack of feelings, also imitate human beings. They are not human beings as well, they remain in limbo about being a human or being a creature as an animal according to the  statements of manifesto. Whatever they afford to reach the level of humanity, this attempt results with failure. In extricating men from the humanity, final point of insulting is to accommodate them such creatures in which behaving with their instincts not with their logical point of view. On the other hand, the illustrations about the male sex are substantially destructive and are such as to pejorative. We can clearly comprehend from these citations below;

"Eaten up with guilt, shame, fears and insecurities and obtaining, if he's lucky, a barely perceptible physical feeling, the male is, nonetheless, obsessed with screwing; he'll swim through a river of snot, wade nostril-deep through a mile of vomit, if he thinks there'll be a friendly pussy awaiting him. He'll screw a woman he despises, any snaggle-toothed hag, and furthermore, pay for the opportunity. Why? Relieving physical tension isn't the answer, as masturbation suffices for that. It's not ego satisfaction; that doesn't explain screwing corpses and babies."

***

"Completely egocentric, unable to relate, empathize or identify, and filled with a vast, pervasive, diffuse sexuality, the male is pyschically passive. He hates his passivity, so he projects it onto women, defines the make as active, then sets out to prove that he is (`prove that he is a Man'). His main means of attempting to prove it is screwing (Big Man with a Big Dick tearing off a Big Piece). Since he's attempting to prove an error, he must `prove' it again and again. Screwing, then, is a desperate compulsive, attempt to prove he's not passive, not a woman; but he is passive and does want to be a woman."

The quotations from the manifesto which I wrote below, deal major blow on patriarchy and the fundamental sights of   hegemonic masculinity. Insulting men, in this sense, shows us a big grudge against the male sex from the points of men's sexual ability. Rape, molestation and violence aganist women by men are correlated within the passiveness of them in which clarifying their complexes due to desiring femininity. That is to say, men rape and beat women because they are actually jealous for female sex, so they suppress their ebullient desires referring such kind of actions. The word "walking dildo" can be interpreted as men can be only used for reproduction or a creature that is absolutely vanished from its logic, virtue, or the other values which human beings have had. It thinks only in the sexual way for insulting everything and tries to rape, ruins and wants to destroy everything in the earth with its cursed egos. It is only a toy which in return, a worthless thing. 

Imagine that, establishing a state without men, that is fully covered and committed under the ultimate rule of women. In the beginning, men are the minority in both institutions of this foundation (a very few men who undoubtedly serve the interests of women and obey ultimately) and society. Majority and hegemony belong to women themselves, and they pressure on men, they rape and resort to violence. Then, they overthrow the money system and ensure continuity of eliminating male sex process, cutting them up and causing their extinctions. By the way, in that condition  men can't  try to procure equality, they can't  protest the feminine hegemony and even can't demand for reaching as the same level and possess prerogatives as women have. Because, there are no men, no Y chromosome (!) I am sure this is an utopia and can be mean according to some as the end of the world, beginning of the pandemonium. Valerie also claimed as a state institution same with what I mention below. But, I argue that, this is eventually radical and fundamentalistic discourse. There should be of course an equality in the society  in the way of rights regarding with genders. Man and woman are instrincially human beings and should have the same rights (the natural rights of human) to live, property and speech. However, in some societies there are no rights for women and they are the second class people where in mostly religion motivated and hardliner circumferences. Masculinity in these spheres is the core of the rule, patriarchy reigns power both in governing system and in shaping of societal customs. Some statistical analysis show us, more than 60% of woman abuse is related with these places. This is a very serious evidence which has to be resolved by governments as soon as possible. Because first of all, this is a violation of human rights secondly this is equal with the word  that "communal murder". We should understand and interpret the question quite purposeful; What is the core of this hatred against to women?


According to some, the world is ruled by men and "must be ruled" by men because the men are the major masters of the earth. Women have no chances to be the part of society, to be the part of state institutions because of their evil natures that are mostly related with  the actions as seducing men, collaborating with devil to ruin men and so forth. Therefore, women seem like demons by vast majority in the world. Thats why, there are too many examples that women are exposed to violence by men and abused such as tortured, raped and forced to be sex slaves. In this sense, can we attribute the claims of Solanas about the men's hatred due to their jealous manner to female sex? I do not think so. Actually, the problem is to be examined deeper in such psychological, sociological and political ways. Regarding with this point of view, juridical elements gain much more significance. 

If there is an ideal order for ideal human in the world, it can be covered by equalities, awareness of the respecting to rights and reaching the ultimate level of welfare which provides equal benefits for both sides. Actually these "both sides"-man and woman" have the same feature-it is to be "human being". Neither hegemony nor pressure is the solution for us. I think, when there is a love, which  is the gorgeous feeling  endowed by God to man and woman though, why do we contravene in each other? The word hegemony can be used in this sense only for identifying intensity of love.Refuse the feminine and masculine hegemony, lets enjoy only "love hegemony". I believe that, world can be more sufferable in this way.