Sabahın yine en kör
vaktinde, genelde insan olarak tasvir edilen yaratığın sükunet içinde kafasını
yastığa rahatça koyup, bonsai ağaçlarının arasında bilinçaltını gezdirdiği ve melatoninden
uyuşmuş beyniyle sızdığı bu vakitte potansiyel bir insomnia hastası olma
yolunda ilerleyen ben, kim bilir kaçıncı sigaramı yaktım, geçtim yazının
başına...
İçimden kelimeler kusmak
geliyor...
Zamanında yuttuğum fazla
harf, içtiğim çok sözcük, ısıtıp tekrar yediğim çok cümle var. Hazımsızlık
çekiyorum adeta.
Hayalperestler ordusunun
içinde, ne boka yaracağımı veyahut yaşadığım bu toprak parçasının hangi
arazisinde yetişen ekini ekmek olarak yiyeceğimi bilmiyorum.
Kısacası bu yerde,
bu diyarda ekmeğimi nasıl kazanacağıma
dair en ufak bir umut fidanı ekemiyorum içime ki büyüsün yeşersin, ağzımdan
dalları, burnumdan yaprakları, kulaklarımdan da meyveleri çıkagelsin.
Benim ekmeğimin kırıntılarını Yaşar Kemal'in Kırmızı Karıncası sırtında taşır mı bir gün?
Sanmıyorum!
Felsefeyle uğraşacak
halim kalmadı,beynimin uyluğu kırıldı alçıya alındı. Mottolarla da yaşayamıyorum artık, her zerreme kadar nihilizmin balçığına
bulandım sanki, bulandığım şeyden kurtulmaya çabalıyorum... Da, tık yok.
Çabaladıkça daha çok batıyorum.
Odayı Goya'nın hayaletleri bastı. Fısır fısır konuşuyorlar. Ah işte! Macabre'ye dalmak için süper bir vakit. Nerede benim çizim kutum? Buzdolabının köşesinde kaderine terk edilmiş tam yağlı sütaş yoğurt gibi ekşiyen iç dünyamı dökebileceğim schoellershammer kağıdımı- ecnebicesini yazınca entel görünebilirim bir ihtimal; Türkçesi olan şöhleri tercih etmiyorum çünkü alaturka geliyor-arıyorum.
Bir ses geliyor arkamdan;
“Büyü artık be! Amma ergen edebiyatı
yaptın!Ayrıca ne bu yok schoellershammerlar, yok şohbenler, böyle entelektüel sözler, aman efendim macabreler, sepet efendim Goya'lar? Sen ağzına gümüş kaşıkla doğmadın, salonda yanan sobanın yanında lağzımlığına taharetlendiğin günleri bilirim!Şımarık veledin tekiydin! Kimden öğrendin bunları sen ey dümbük?"
Olric oturmuş
kanepeme. Çizim kutumun üzerine de ayaklarını uzatmış! Bir elinde sigarası, öbür elinde rakısı beni azarlıyor. “Hizmet sırası sende” diyor bana. “ Macambre senin neyine be güzelim, e be dünün toyu! Hadi Deniz, Rakı getir Deniz. Salim kafayla çekilmiyor
bu acun. Hele ki senin isyankar entelcesi adolesan Türkçesi ergen ruh halinin üstüne bir de Ankara’nın 35 derecelik gavur sıcağı hiç
mi hiç çekilmiyor! Paşa dedenin yalısı değil o büyüdüğün ev, Seyranbağları'ndaki sobalı apartman dairesi.”
“Sen de mi Olric?” diyorum. İçimiz dışımız modernite olmuş, buna karşı gelmeni yakıştıramadım doğrusu!Quel dommage*(*Tr: Çok yazık demek. Fransızcasını yazayım da modern görünsün)
Sırıtıyor...
Zamanında zatı muhtereme
bir soru sormuştum. Onu hatırlıyorum. Zamanının muhteremi!
“Tanrı var mı?” dedim.
“Var ve
sen yanacaksın!" Dedi”" diyorum, Olric sigarayı tuttuğu elini sallayarak;
“Benim içim yanıyor, geç bunları!” diye haykırıyor. “Kavun getir, kavunsuz içilmiyor bu
meret!”
Odayı tuhaf bir koku
sarıyor. Yanık çimen gibi sanki. Tutuşmaya başlayan mangal çırasının dumanından
yayılan koku gibi. Belki de hayaletlerin elbiselerinden yayılan küf kokusudur.
Herkes bir anlam
savaşında, herkes akıllı telefonlarda, aman Tanrım! Dostoyevksi, Gonçarov neredesiniz? Ne suni ve sanal bir dünya
bak Olric, kemikleri sızlıyor şimdi onların, Van Gogh'nun kesik kulağı sudan çıkmış hamsi gibi debeleniyor yerde! N asıl da yozlaştık, bireyin yalnızlığı kalabalıklar aras...sss....zzz....hmmmmfff...
...
Ben Olric.
Rakı getirin!
Buzlu olsun.